Wednesday, December 31, 2008

Mutlu yıllar!

Gösterinizi seyretmek için lütfen buraya tıklayın.






Sunday, November 09, 2008

Herkese merhaba! Yine bir gezi ile karşınızdayım. Fotoğraflardan da anlayabileceğiniz gibi bu sefer Ankara'ya gittim. 29 Ekim'in olduğu haftadan bir hafta önceki sınıf gezimizle hem Ata'yı ziyaret ettim hem de Ankara'yı gördüm.


Ankara'dayım. Buraya Ata'yı anmaya geldik. Anıtkabir'de anma töreni öncesi...




Öğretmenimiz Misak-ı Milli kulesindeki özel defteri imzalıyor. Bundan sonra buradaki Anıtkabir Müzesi'ni gezeceğiz.



Ulus Meydanı"ndaki heykel...
Özlem öğretmenimle Ankara Kalesi'ndeyiz.


Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'nu gezdik. Resimde TDK'daki büst. Almanya'dan istenmiş. Hitler vermek istememiş önce ama sonra armağan etmiş.
Altındaki yazı: "Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmasını bilecektir."

Ankara gezisi işte böyleydi. Tabii Ankara'da farklı yerler de gezdik. Atatürk Orman Çiftliği, Anadolu Uygarlıkları Müzesi ve Etnografya Müzesi gezdiğimiz yerler arasındaydı.
Bence Türkiye'de en çok gidilmesi gereken yerlerden biri Ankara...

Thursday, October 02, 2008


FOX TV'ye gittik

Merhabalar, umarım tatiliniz iyi geçmiştir. Benimkisi süperdi. Okullar başladı. Haliyle benim de çok çalışmam lazım. Çünkü 8’deyim ve bir sınavım var. Neyse, ben konuma döneyim.

Geçen hafta okulumuzun FOX TV’ye bir gezisi vardı. Ben de katılmıştım. Ve televizyonlardaki haberlerin nasıl yapıldığı gibi şeyler öğrendim. İşte öğrendiğim bazı bilgiler ve terimler:

Spikerlerin nasıl da hep aynı şekilde konuşmaya başladıklarını merak eden varsa merakını gidereyim; Promptır kullanılıyor. Aynı sistem yabancı ülkelerde de kullanılırken bizim haber kanallarında da kullanılıyor. Eğer spiker bir kelimeyi kaçırırsa onlarda olan telsizden otuz kişi konuşmasını düzeltiyormuş. Not: Eğer Kanal D’nin hafta içi akşam haberlerini izliyorsanız bu sistemin olmadığını ya da spikerin telsizinin bozuk olduğunu bundan sonra tahmin ediyorsunuzdur herhalde.


Haberlerin montajlandığını biliyorsunuzdur herhalde. Şayet bilmiyorsanız ben size açıklayayım; Yapıldığı odanın adı Prodüksiyon Odası’ymış. FOX’un merkez binasında vardı. Ama aslında başka stüdyolarında da yapılıyormuş. Merkez binasındaki ufak bir oda. Sadece bir bilgisayar, oturma yeri falan filan vardı. Yanında başka bir oda daha var. Ses kayıt odası, bu odanın her tarafı ise yalıtkan süngerler ile kaplıdır.

Gelelim arşivlere. Herhalde herkes haber kanallarının arşivlere sahip olduğunu biliyordur. Peki, arşivleri nasıl saklıyorlar, eskiden olduğu gibi binlerce dosya şeklinde mi? Hayır. Artık haber kanalları da arşivlerini bilgisayar yoluyla saklıyorlar. Yaklaşık 800 gb’lık hafıza kutularında saklıyorlar! Bu hafızaları bağladıkları bilgisayarlar da ilginç bir özelliğe sahip. Bu bilgisayarlar piyasada olanlardan değil. Bu bilgisayarlar farklı bir model ve bunlar için virüs yok. Daha bulunmamış. Bu yüzden bilgisayarları güvende. Not: Bu hafızaların sadece 350 gb’ı kullanılırmış. Çünkü daha fazlasını makineye bağlamak çok zor oluyormuş.

Gelelim son rötuşların atıldığı odaya. FOX’a özel olan bu odanın adı Reji odası. Aynı odadan Amerika’daki haber kanallarında da bulunuyormuş. Burası FOX’ta o otuz kişinin bağırdığı odaymış. Burada diğer kanalları izleyenler, normal günlük programı izleyenler de olurmuş.

Ve gezimizin en son bölümü; Stüdyo! Bildiğiniz gibi bir stüdyo genellikle bir gökdelenin tepesinde şehir manzarası gören bir yer olur (Özellikle haber stüdyoları). Ben böyle biliyordum. Ama öyle değilmiş. En azından Fox’unkisi. Tam tersine bodrum katında olan stüdyo dekorlarla öyle tepede gibi gözüküyor. Ayrıca bu odanın çok serin tutulması gerekiyor çünkü aletler çok ısınıyormuş. Girdiğimizde dondurucu bir soğuk vardı içeride. İçerisi kablo, kamera, ışıklandırma v.b. ile dolu olan bu yer siyah duvarlar ile kaplı.


Gezi bu kadardı. Güzeldi. Bir sürü yararlı bilgi öğrendim. Sorularınız varsa lütfen sorun....

Sunday, September 07, 2008

BİR SONRAKİ TURUMUZ BALTIK DENİZİ'NDE... BEKLERİZ...
ROTTERDAM YOLCULARI KALMASIN...
Yayla'ya da çıktık... Yuvarlakçay'da babaannem ve büyükbabamla...

Muğla Akyaka turu

Umarım herkesin tatili iyi geçiyordur. Benim tatilim iyi geçiyor. Geçen haftalarda babaannem ve büyükbabamla Gökova’ya gittik. Gerçekten güzel bir yer. Öneririm. Bizim kaldığımız yer Akyaka adında şirin bir kasaba. Herkes çok nazik ve hoş. Denizi de harika. Gerçi bayağı tuzlu. Ama yüzülmesi harika.

Akyaka’ya gelince...

Bembeyaz özel ahşap evlerden oluşuyor. Oteller de yok değil. Orada tek bir tane normal bina gördüm. O da bir otelindi. O otel hariç tüm oteller ve pansiyonlar bu beyaz evlerdendi.


Normalde iki katlı olan bu evlerin içleri tahtadan olup benim gördüğüm en iyi tahta oymasına sahip. Sahili büyük ama yine de dolabiliyor. Dert etmeden denize bakan kafelerden birinde oturabilirsiniz. Akyaka sahili tam körfezin (Gökova Ege Denizi’ne bakan bir körfezdir) ağzına baktığı için dalga da olabiliyor. Ama sadece bir kere dalga gördüm. Sığ deniz sevenler buraya girebilir (Sahilden çok açılmama rağmen hala boyumu geçmeyen su var!).

Fakat derin diyorsanız az ilerde çakıllı bir koy var (Tam olarak adını hatırlamıyorum ama onu çakıllı bir koy ya da kaynak suyu olan bir koy diye sorarsanız belki anlaşılır). Dediğim gibi bu koyda bir kaynak var. Bir pınarla akan bu su denize dökülüyor

(Gerçekten çok soğuk). Koyun suyunda gerçekten büyük ısı değişimleri var. Bir an sıcak ardından soğuk oluyor.

Tarihi bir yer arıyorsanız ya da başka koylar görmek istiyorsanız, plajın bir ucunda milli park var. Ağaçlıktır. Spor için mükemmeldir. İçinde bir açık hava oteli gibi bir şey var.

Herkes karavanda kalıyor. Fakat resepsiyonu nerede onu bilmiyorum. Onun dışında gayet iyi kafeler var. Plajın diğer ucunda ise liman var. Gezi turları falan var. Biz de bir tanesine katıldık.

Körfez boyunca önemli bazı koyları (kısaca yüzülecek yerleri) gezen bir tekne turu idi. Tabii içinde tarihi yer de var. Sedir Adası da (Kleopatra Adası da) vardı. Sadece kumu özel diye gitmemek lazım. Çünkü içinde tarihi yerleri var ve gerçekten iyi korunmuş ve kurtarılmış. Adada bunların dışında daha önce hiç görmediğim şeyler vardı. Canlı kayalar!


ön tarafta canlı(!) kayalar

Gezi rehberi gerçekten bunların canlı olduğunu söyleyince şaşırdım. Ama bu kayalar gerçekten garip görünüşlüydü. Delik deşik olan bu kayalar eskiden ağaçmış. Basınç v.b. etkilerden dolayı kayalaşmış ağaçlar. Bu adanın tarihine gelirsek, ada eskiden Atinalılar’ın elindeymiş. Fakat Doğu Roma’ya destek olduğu için Spartalılar gelip tüm adayı kesmiş.

Geriye taşlarıyla şehir kalmış.

Diğer koylar ise;


Kandilli Koyu

Bayağı denizkestanesi vardı girmedim, suyu hakkında bir fikrim yok. Ama bildiğimiz klasik sahil. Su normal bir şekilde derinleşiyor. Hatta biz sahilden girmediğimiz için bayağı bir derinde başlıyoruz.

Kleopatra Plajı

Başka yerlerde bulamayacağınız renkte suyu, kayalıklarında tek tük denizkestaneleri, istiridyeler, kumu ve inci avcıları(!) vardı.


Bilmem ne Koyu
Normal bir halka açık plaj gibi. Tek farkı biz derinden girdik. Neyse ki hiçbir kestane tehlikesi yok.

Lacivert Koy

Derin sevenler için cennet. Su hakkında fikrim yok çünkü aşırı derin (6, 7 metre ne ya!) diye

girmedim. Burada plaj gibi bir şey yok. Tamamen uçurum ve altı. Herkes teknelerden atlıyor. Bazı manyaklar bira şişeleri ve terlikleriyle atlıyor. Üç kişi uçurumdan atladı.
Uçurumun yüksekliği 20 metre vardır.


Tavşan Adası
Adaya çıkmadık. Bazıları yüzüp adaya çıktılar. Burası 5, 4 metre olduğu için girebildim.
Bu adanın iki özelliği var. Bir, çok fazla tavşan var. İki, su altı mağaraları çok meşhur.
Bazı rivayetlere göre bu mağaraların ucu Sedir Adası’ndan çıkıyormuş. Siz, siz olun sakın su gözlüğü almadan bu tura gelmeyin!


Daha ne olsun...
Muhteşem bir tatildi. Gitmenizi önereceğim birkaç yer var. Şıkıdam gayet iyi bir kafe, restoran yada bar (Ne derseniz deyin). Sahilde olan bir yer. Sakın gitmemezlik yapmayın.

Sıcak çikolatası harika. O kaynaklı yere gidin. Otel yerine orada Apart adlı yerlere gidin.

Kısaca pansiyon onlar.

İyi tatil dileklerim ile hoşçakalın!




Tuesday, May 20, 2008

Denizli Gezisi

Artık her sene geleneğimiz olan bu gezilerden birindeyim yine. Gezinin hedefi Denizli. Önceki yıl kadar büyük bir gezi değil gibi gözüküyor. Ama Denizli göründüğünden büyük bir yer. Sadece horozu ve Pamukkale’siyle değil, her şeyiyle muhteşem bir şehir. Size bu sefer gün gün anlatmayacağım.
Gecenin yarısında yola çıktık. Uzun bir yolculuk oldu. Çünkü otobüsle gittik. Neyse ki otobüste yok yoktu. İstanbul’dan Denizli’ye gidiş(molalar dâhil değil) otobüsle, dokuz saat yirmi dakika alıyordu. Otelimiz Pamukkale’nin yakınlarında bir otel. Gündüzleri Pamukkale gözüküyor. Bu bölgeyi gören ve bu bölgeden yüksek olan her yerden Pamukkale gözüküyor.
Kaldığımız otelin adı ...... Otel. Bayağı lüks bir otel. Fakat turla gittiğimizden otel maliyeti fazlaya patlamıyor bizim için. Otele vardığımız ilk gün öğle yemeğinden (oraların tavuğu da meşhurmuş) sonra travertenleri geziceğiz. Fakat benim bilmediğim şey orada antik bir şehir olduğu ve onu da gezeceğimiz.
Ama önce Kızıl Su diye bir yere gittik. Buradaki bir su kaynaktan çıkıp (yaklaşık 50-60 derece ile) düştüğü yeri kırmızı yapıyormuş. Suyu yararlı yapan şey içinde demirin fazla olmasıymış.
Şimdi Hierapolis antik şehrine gidiyoruz. Hierapolis adlı bu şehir çok kalabalık bir şehirmiş. Şehir oradaki bir antik çeşmede kendini boğmak isteyen bir çirkin kızın güzelleşmesi ile kızın adını almıştır. Hierapolis böyle bir üne sahip olmasının yanında İpek Yolu’nun üzerinde olup ticareti çok gelişmiştir. Ne var ki şehir depremler yüzünden (özellikle o zaman ki depremler 7,0 ile 9,0 arasında iken) yıkılmış.

İŞTE HİERAPOLİS
(Büyütmek için tıklayın)




Hierapolis’i gezdikten sonraki durağımız travertenler (benim en çok merak ettiğim kısım). Travertenler bir musluk gibiymiş. Buradaki görevliler istediği zaman suyu kesebiliyormuş. Peki neden? Travertenler bazen yosun tutabiliyor. Yosunlar bu travertenleri karartabiliyormuş. Fakat suya ihtiyaçları olduğu için suyu kestiğimizde kuruyorlarmış. Peki nasıl oluştu bu travertenler; suyun içinde, su bileşiği ve kalsiyum karbonat varmış. Su akarken su bileşiği buharlaşırsa bir çökme olur ve kalsiyum karbonat güneşin etkisiyle kurur. Bunun sonucunda ise bu beyazlıklar oluşur. Travertenler büyük bir yer kaplıyor. Çok güzel de gözüküyorlar.
Bunları gördükten sonra Denizli’nin başka hüneri kalmıyor sanabilirsiniz. Ama Denizli’nin daha bir sürü hüneri var.



Afrodisias (büyütmek için tıklayabilirsiniz)

Afrodisias antik şehrini gördük. Bu da büyük bir şehir. Antik tiyatrosuyla, meclisiyle ve iki agorasıyla büyük bir şehirdir. Ve bana göre çok iyi kurtarılmış bir şehir. Bu şehir de aynı zamanda dünyanın en iyi kurtarılmış ve Türkiye’de bulunmuş en büyük stadyum var. Bu stadyumun kullanılmama hikâyesi biraz garip; Bu stadyum öyle büyükmüş ki hiçbir eksiği yokmuş gibi sanki. Ama var, kanalizasyon sistemi olmadığından bu stadyum zamanla çamur ile dolmuş ve terk edilmiş. Şehrin adı şehrin ana tanrıçasından geliyor. Bereket ve güzellik tanrıçası Afrodit. Onun için özel bir anıt bile yapılmış. Bu da çok iyi kurtarılmış bir eser. Hatta olduğu gibi çıkmış yerinden. Bu şehirle ilgili olarak bir hikaye varmış:
Bu şehirde köle olan bir ailenin çocuğu ticaret ile uğraşan kişilerin yanına köle olarak gitmiş. Ve ticareti öğrenip zengin olmuş. Tekrar bu şehre geri döndüğünde kral ile anlaşma yapıp şehrin sponsorluğunu yapma karşılığında tüm köleleri azat ettirmiş. Bu güzel şehrin yıkılış nedeni de depremmiş. Hep deprem hep deprem, ama Denizli çok sismik bir yerdeymiş. Zaten adı böyle oluşmuş. Denizli’nin altı bayağı su içeriyormuş. Eski adı Domuzlu olan şehir şimdi Denizli olmuş.
Bunların dışında alışveriş ile ilgili şeyler yapıldı. Kumaş işleri (Elbise, havlu v.b.), civciv(Yaklaşık on YTL istendi bir civciv için) ve kilim ve halı fabrikasına gittik. Fakat halı veya kilim alınmadı. Hepsi elle yapıldığı için çok pahalıydı. Ama hediye dükkanında bayağı satış oldu.
Evet, bu yıl ki gezimiz de böyle geçti. Daha nice ayrıntıları var. Ama anlatmaya dil yetmez.

Sunday, March 02, 2008

Pembe Domates





Herkese merhaba (tekrar)! Benim için uzun bir okul dönemi geçiyor. Umarım herkes iyi zaman geçiriyordur. Ben de iyi zaman geçiriyorum.

Konumuz, pembe domates. Bilmem bilir misiniz? Ama ben anlatayım:

Pembe domates soyu tükenen bir domates türüdür. Soyunu devam ettirmek için Pembe Domates Ağı diye bir dernek yada siz ne derseniz ondan kuruldu. Bu dernek hem organik tarımı destekliyor hem pembe domatesin (sadece pembe de deniyor) hem de bu konuları konuşuyor. Şimdiden uyarıyım bu ağa katılıcaksanız bu tür işlerle ilgileneceksiniz. Öyle bakıp geçmek yok.

Biz annemle her sene pembe domates yetiştiriyoruz. (Ben yardım ediyorum.)

İşte katıldığımız son pembe domates toplantısından resimler.



(Resimler için PDA'nın annesi A.Tansuğ'a teşekkür ederim.)
En üstteki resimde evde geçen sene Eylül'de yetişen pembeler.

Evet, konu bitti. Uzun bir dönem yazmadığımın farkındayım. Bir dönem daha yazmayabilirim. Hafta sonu kursum var. Umarım herkes iyi bir dönem geçirir.